kon4c  
 
  en güzel hikayeler 01.05.2024 23:42 (UTC)
   
 
Bir topal karinca ki, topallaya topallaya yürüyor, hava cok sicak yollar engebeli ve uzak, Hikaye ye bu sorarlar topal karincaya yolculuk nereye diye ? Topal karinca yoluna devam ederek sanki gec kalacakmis endisesi korkusuyla söyle der, Hacca gidiyorum Hacca ! biraz alayli ve biraz da gülerek derler ki , hey Topal karinca Mekke ki cok ama cok uzak, hem sen ki bu topal bacaginla o kadar uzun yola dayanamazsin ki ? Cevap Zamana ve Mekana dur diyecek Kadar güzel ve Tarihe altin harflerle yazilacak kadar manidar dir. Olsun der olsun, varamassam bile onun yolunda ölürüm ya der ...
Evet Sevdiklerimizin yolunda ve hatta onun yolun da öle biliyor muyuz ?

Bir de bir kustan misal vereyim. Bir kus ki kücücük binbir renkli tühleriyle bütün güzelligini ve o engin civil civil sesiyle etrafa nese güzellik huzur ve sakinlik dagitiyor yayiyor, derken bu kusu gagasinda bir damla suyla görüyoruz, ve uzak diyarlara ucuyor, ve ona da soruyorlar ! Ey güzel kus nereye ucuyorsun diye, kus diyor ki : duydum ki Firavun Hz. ibrahimi atese atmis iste o Atesi söndürmeye gidiyorum der ! derler ki Ey güzel kus, sen ki bu güzel hafif yumusak tühlerinle o kocaman Atese yaklasirsan bile ki yanarsin, hem senin gagandaki bir damlacik su O Cehennem vari Atesi söndürmez ki ? ve kus dahi Topal karinca misali cok anlamli manali bir söz söyler ve derki, Evet bende biliyorum ki bu bir damla su o Cehennem vari Atesi söndürmez, ama ben safimi belli etmem gerek , Rabbim bilsin ki ben kimin yaninda kimin safindayim...
Bizim safimiz bellimi ? bizim yerimiz safimiz kimin yerinde ...
Bin dörtyüz sene önce Hz. Ebu Bekirler ra. ki, Ya Rabb benim bedenimi öyle büyüt öyle büyüt ki benden baskasina Cehennemde yer kalmasin derken
Su 20. Asrin cilekes Üsta di da diyor ki, Ya Rabb su milletimin imanini selamette görürsem Cehennemin kizgin alevlerine girmeye raziyim, zira bedenim yanarken gönlüm gül gülistan olacak der.

Peki ya bizler ? bizler dahi yasamak icin mi yasiyoruz veya yasatmak icin mi yasiyoruz ?
sunu unutmayin ki sizlerin ve dahi bizlerin kurtulusu, kurtulusuna vesiyle oldugumuz kisilerde ümit ede biliriz...

Yaratilani Severiz, Yaradan dan ötürü

Mehmet Ordulu 

18.02

2012

Evli Ve Tamam / Son

Vedat Ali Kızıltepe

Tarık bayılırdı sinema filmi izlemeye.Gece yarıları kalkıp yıldızlara bakmaya, balkonda gecenin bir yarısı oturup kahve keyfi yapmaya.O saatlerde bozulurdu suskunluğu.hayatı sorgulamak isterdi.Nefes almayı, ölümü, Tanrı'yı.Oysa eşi... O sevmezdi öyle derinlemesine düşünmeyi. Erkenden yatardı çoğu kez.Kavgadan fırsat bulursa aptal dizileri izler, çoğu kez yarısında uykuya dalardı.Sessiz yarım ve eksik saatler başlardı Tarık için.

Karşıdan gelen gürültü sesi ile irkiliverdi birden. Yirmili yaşlarda üç genç iyice içip kafayı buldukları her hallerinden belli, bir kola şişesini almışlar önlerine top oynuyorlar , arsız kahkahaları ile gecenin büyüsünün içine ediyorlardı. Geçip gittiler bir süre sonra.Bitmekte olan sigarasından bir nefes daha çekip fırlatıverdi Tarık.Elini cebine soktu yeniden.Telefonu hissetti parmak uçlarında.Aldı çıkardı.Şaşkın şaşkın baktı ekrana.Hayret... bugün hiç aramamıştı.Oysa böyle durumlarda her yarım saatte bir arar, telefonda tutuşurdu kavgaya.Telefon deyince... Acı acı gülümsedi yine.Komşu kadın ayy sen hala bu telefonu mu kullanıyorsun demesi evlerinde yine bir kavganın çıkmasına yetmişti.Yok kendisinin telefonu çok demode imiş.Tarık'ın kullandığı telefon çok daha kaliteli imiş.Kendisinin o komşu kadından ne eksiği varmış.Sonunda kendi telefonunu vermişte kurtulmuştu Tarık.

İnanamıyordu gerçekten de bunları yaşadığına inanamıyordu bazen.Ne zaman ayrılmayı düşünse, ayrılıp kendisine yepyeni bir dünya kurmayı düşlese,kızı Duygu geliyordu gözlerinin önüne. Hem ailesi ne derdi ki.Çevre eş, dost, akraba...Ya işte biz ayrı dünyaların insanıyız, hayata bakış tarzımız farklı, birbirimize mutluluk değil mutsuzluk veriyoruz dese... Aptal aptal bakarlardı herhalde yüzüne.Toplum için bunlar gerçekten de saçma gerekçelerdi.
İyice ağırdan almaya başladı adımlarını.Zaten yarın hafta sonu idi.yatardı biraz.Gerçi şimdi o inadına yapar gibi sabahın köründe elektirikli süpürgeyi çalıştırırdı ya.

Sağdaki park dikkatini çekti.Gecenin bu saatinde hırlısı hırsızı diye bir tereddüt geçirse de, hemen girişteki banka oturuverdi.Bankların üzeri kamelya şeklinde olduğundan ıslanmamışlardı Allah'dan.Yine de soğukluğu iliklerine kadar hissetti oturunca.Bir sigara daha çıkardı.Derin derin çekti iki nefes.sessizlik, yalnızlık, parkta yanmakta olan gece lambaları.tek tük yüzüne damlayan yağmur damlaları... Böyle geç kaldığı akşamlar hep Güngör bırakırdı kendisini.Yada dolmuş ile geçerdi bu yollardan.Yaşadığı şehir ilk kez bu kadar huzur veriyordu kendisine.Ama bazen insan hayatın içine öyle gömülüyordu ki işte, başını bile çevirip bakamıyordu göremiyordu güzellikleri.

Derin sorgulara tutulmuştu aklı.Nedendi, ne için yaşıyordu.Hayattan beklentisi neydi.Evde huzur yoktu.İşte... maalesef, yıllardan beri çalışıp emek verdiği iş yerinde şefliği Kürşat Bey'e kaptırmıştı. Aklını ruhunu veremiyordu ki işine.Hep başka şeylerle meşguldü beyni.Yıllardan beri çalışıyordu, bir arabası bile yoktu.Allahtan babasının yardımı ile oturdukları evi almışlardı da,kira dertleri yoktu.Ne kadarda doğru söylemişti hani o sözü söyleyen... Her başarılı erkeğin ardında bir kadın vardır.Evet gerçekten de öyleydi galiba.
Hep sıkıntılı, hep düşünceli bir hali vardı.Susmak kişiliğinin bir parçası haline gelmişti sanki.Hep biraz içine dönük dalgın bir hali vardı.Oysa eskiden öylemiydi Tarık... her girdiği ortamı neşeye boğar, yaratıcı fikirler hep ondan çıkardı.Patronların göz bebeğiydi o zamanlar.
Usulca doğruldu yerinden.Yürümeye başladı.Gayri ihtiyari yine eli telefona gitti.Hala aramamıştı.Ne güzel şiirler yazardı eskiden.Hatta bir roman denemesi bile vardı.Bir hayali vardı o zamanlar.Bir gün mutlaka ama mutlaka bir öykü yada bir şiir kitabı çıkaracaktı Tarık.Ne güzel destek olurdu eşi nişanlı iken.Ama sonraları... Her şiirde sorgular, gereksiz kıskançlıklar.Kime yazdın bunu.Bu kim, başka birisi mi var yoksa.Aptal kıskançlıklar... Pes etmişti sonra.Artık yazmıyordu.yeniden başlasa...Hayır olmazdı.Yeniden aynı sorunları, kavgaları göze alamazdı.Zaten beyazın rengini bile günlerce tartıştıkları oluyordu.

Az kalmıştı eve.Yaklaştıkça içindeki huzursuzluk da artıyordu. Pardösüsünden elini çıkarıp pantolonuna soktu.Eline gelen kağıt paralar bir anda Kuaförü çağrıştırdı.Alt dudaklarını aldı dişlerinin arasına.Evet unutmuştu.Sabah çıkarken ona kuaför parasını bırakmayı unutmuştu.Yine emindi Tarık.Yine büyük bir kavga kendisini bekliyordu.Gelmişti eve.Apartmanın dış kapısını anahtarı ile açıp asansöre bindi.Dördüncü katta inip kapıya yaklaştı.İnşallah uyumuştur diye geçirdi içinden.Usulca açtı kapıyı.Oturma odasının ışığı yanıyor, televizyonun sesi de geliyordu.Bu kötüye işaret idi.Ara koridorun ışığını açtı. Pardösüsünü çıkarıyordu ki eşinin kendisine doğru yaklaştığını gördü.

Kaçamak bakışları ister istemez yeniden eşine yönelmişti.
Baştan aşağı bir süzdü eşini.Saçları özenle taranmış, yanaklarında allık, dudaklarında hafif bir ruj, boydan diz üstüne uzanan siyah bir gecelik.Ayağında kırmızı bir terlik.Afalladı birden.Yeniden ve yeniden süzdü baştan aşağı.Sonra bir şey olmamış gibi yeniden pardösüsünü çıkarmaya yeltendi.Sevim Hanım;
--Hoş geldin hayatım. dedi, kocaman bir tebessüm yayarak çehresine.
--Hoş bulduk dedi Tarık usulca.Sevim Hanım hemen uzanıp pardösüsünü aldı eşinin.Özenle yerleştirdi vestiyere.Usulca oturma odasına geçtiler.Kendisini bıraktı Tarık bir kanepeye.Sevim Hanım televizyon kumandasını alıp biraz sesini kıstı.
--Ben de dedi, o bahsettiğin film vardı hani.onu izliyordum Cd den.Anlattığın kadar varmış.Cevap vermedi Tarık.Sevim hanım kalktı yerinden.Yatak odasına yöneldi.Tarık olanları anlamlandırmaya çalışıyordu ama pekte bunda başarılı olamıyordu.Doğruldu yerinden.Sıla'nın odasına yöneldi.Petek kızı melekler gibi uyuyordu.Yorganını biraz daha çekti üzerine.Öptü yanaklarından kızının.Saçlarını kokladı.Yeniden döndü oturma odasına.Sevim Hanım elinde Tarık'a ait rahat bişeylerle geldi içeri.Kendi elleri ile Tarık'ın gömleğinin düğmelerini çözdü.Kıyafetlerini giymesine yardımcı oldu.Sonra ıslak elbiseleri alıp ayrıldı odadan.Tarık olup bitene hala bir anlam veremiyordu.Bir süre sonra elinde bir fincan kahve ile geldi Sevim Hanım.Uzattı eşine.Tarık nasıl tavır takınacağını bilmez, aldı kahveyi.Bir yudum içti.Sevim hanım ardı ardına sorular soruyor, o konudan bu konuya geçiyordu.Ama bunların hiçbirinde ne bir suçlama ne bir sorgulama vardı.Günün nasıl geçtiğini, iş yerinde mutlu olup olmadığını... öğle ne yediğini, şimdi karnını aç olup olmadığını.Sesi...sesi o kadar tatlıydı ki.O kadar huzur verici, o kadar içten, o kadar sıcak.Huzur veriyordu.Hep gergin asabi, sinirli, kulağı tırmalayan Sevim gitmiş yerine başka bir Sevim gelmişti sanki.Sevim Hanım doğruldu yerinden.Tarık'ın arka tarafına geçti.

--Sen... dedi.Sen yorulmuşsundur yine bugün.Elleri ile başına dokunup, hafifçe koltuğun arkasına yasladı Tarık'ın başını.Parmakları ile alnına güzel bir masaj yapmaya başladı.Ardından pamuk gibi dokunuşlar ile omuzlarını ovdu kocasının.Bir süre sonra yatak odasına geçtiler beraberce.Tarık girdi yatağa.Alışık olduğu üzere döndü sırtını.Kapattı gözlerini.Ardından Sevim Hanım girdi yatağa.Sıkı sıkı sarıldı eşine ardından.Saçlarına bir öpücük kondurdu kocasının.Belki de uzun zamandır hissetmediği bir huzuru sıcaklığı hissetmişti her ikisi de bu odada.

Sabah yanağında bir öpücük ile uyandı.
--Hadi kalk bitanem.Kahvaltı hazır.Demek dedi kendi kendine, akşam yaşanılan rüya değilmiş... Elini yüzünü yıkadı.Saatine baktı.On olmuştu.Hafta sonu bile olsa bu kadar yatmasına asla izin vermezdi ya.Üzerini giyip mutfağa yöneldi.
--Babacığım... diye bir çığlık ile Duygu koşarak sarıldı boynuna.Sonra beraberce yemek masasına oturdular.Bir kuş sütü eksikti.Sevim Hanım erkenden kalkmış, nefis bir kahvaltı sofrası hazırlamıştı.Güler yüzü tatlı dili ile evi bir neşe cümbüşüne sokmuştu.Öğleye doğru beraberce annesini aradılar. Hem de Tarık'ın annesini. Hal hatır sordular. Buraya davet ettiler.Düne göre hava çok güzeldi.Öğleden sonra hep beraber yürüyüşe çıktılar.Bir yerde oturup yemek yediler.Ardından sinemaya gidip Sıla ile birlikte bir çocuk filmini kahkahalar ile izlediler.Akşam yemeğini de dışarıda yemeyi teklif etti Tarık.Hayır dedi kabul etmedi Sevim Hanım.Hayır dedi, hesabımızı bilmeliyiz.Ben evde size ziyafetler hazırlarım.Gözlerine baktı eşinin.Taa derinlere.Dediği gibi yaptı Sevim Hanım.Güzel bir yemek hazırladı akşam.Oturdular.Balkonda geç saatlere kadar
Sohbet ettiler. Kahve içtiler.O gece hiç sabah olsun istemedi Tarık.
Sabah yine tatlı bir öpücük ile doğruldu yerinden.Traşını oldu, elbisesini giydi.bu kez eşinin kravatını kendi elleri ile bağladı Sevim Hanım.Güzel bir kahvaltının ardından öpücüklerle eşini işe uğurladı.
.....

Güngör tüm muzipliği ile yine iş yerini kahkahaya boğuyordu.Yine bişeyler çeviriyordu ama ne.Kesin aklında bir plan vardı.Saat akşamın beşini gösteriyordu.Her zaman olduğu gibi yine Güngör,Ufuk ve Tarık iş yerinden birlikte çıktılar.Adımları yine Güngör'ün arabasına doğru gidiyordu.Tabi ordan kahvehane, ordan da birahane.Ardından da ne olursa.Ama bugün Tarık'ın yüzündeki memnuniyetsizlik ifadesi herkesin dikkatini çekmişti. Güngör;
--Oğlum asma suratına.Hem bu gece size müthiş bir sürprizim var.Ufuk girdi araya;
--Ne oldu oğlum söylesene şu sürprizi bizde bilelim.Yolun ortasında durdular. Başını arkadaşlarına doğru uzattı Güngör, Diğer arkadaşları da bu sürprizin ne olduğunu merak ederek başlarını uzatıp kulak kabarttılar. Güngör sesinin tonunu iyice alçaltarak;
--Oğlum üç tane hatun ayarladım.Her biri filinta gibi...Ufuk, heyecanlı bir ses tonu ile ;
--Vallaha mı lan... Yaşadık desene.Dedi.Tarık yüzünde oluşan anlamsız ifadeler ile konuşulanları duymuş, bir tepki vermemişti.Sonra önde hızlı adımlarla arabaya yönelen arkadaşlarının peşine takıldı isteksiz.Güngör ve Ufuk ön tarafa bindiler.Tarık arka koltuğa oturdu.Ama arabanın kapısını bir türlü kapatmıyordu.Güngör;
--Eee hadi Tarık.İsteksiz duruyorsun.Paran mı yok yoksa bugün kumar için.Oğlum bak yoksa ben destek çıkarım sana.Ardından gevrek bir kahkaha attı.Tarık derin bir nefes aldı.Ardından bozdu suskunluğunu;

--Ben gelmiyorum.Dedi.Güngör ve Ufuk şaşkın şaşkın baktılar yüzüne.
--Ne demek ben gelmiyorum.Oğlum niye oyun bozanlık yapıyorsun şimdi.
--Yok... dedi Tarık.Ben gelmiyorum.
--Neden?
--Ben evliyim.
--Eee noolmuş bizde evliyiz.
--Ama ben ev/li/yim...
--Ben; tamamım.Dedi üstüne basarak .

Evet artık hiçbir eksiği yoktu Tarık'ın.Ardından çıktı dışarı.Kapattı arabanın kapısını.Evine doğru yöneldi. Dün ve bu sabah, evinde hissettiği huzuru ve mutluluğu, hiçbir kahvehane, hiçbir birahane, başka hiçbir kadın veremezdi. Koşar adımlarda evine doğru yol almaya başladı.

bitti

Vedat Ali Kızıltepe 

Topu ayağında ezerken,işkence yaparcasına bir üstüne çıkıyor, bir sağa bir sola çarptırıyor, bir yandan da Afid'i dinlemeye çalışıyordu. Aptal! Ne diye anlatıyorsa yaşadıklarını ona neydi yani aşkından, sevgilisinden... Yok ney neymiş çok seviyormuş da şiirler yazıyormuş da! Bunların hepsi boştu Ahmet'e göre. Sadece başarılı olmayı hedeflemiş ve hayattan bir nebze olsun zevk alabilme çabasındaydı. Arkadaşları ve ayağının altındaki topu onun için her şeydi. Bunlar onun zevk bardağına her gün aralıksız damlatılan tatlandırıcı gibiydiler.
Şöyle bir kenara atamıyordu Afid'i. Sürekli olarak konuşuyor, kız arkadaşından, onun ne kadar güzel olduğundan, ona yazdığı şiirlerden bahsediyordu. Bir sağına bir soluna geçiyor bir çocuk edasıyla anlatıyordu olup biteni...
Ahmet sabah kalktığında yine homurdanıyordu. Hem odadaki çürük elma kokusundan, hem de gözüne vuran güneş ışığından muzdaripti. Her zamanki iki çatal peynir, bir dilim ekmek ve yarım bardak çay onu okul servisinde idare ediyor ancak o kulağının dibindeki Afid'i idare edemiyordu, uyumaya çalışıyordu. Belki uykusunu alamadığından belki de dersi iyi anlamak ve derste uyumamak için yapıyordu bunu...
-Afid susmayacak mısın? Uyumaya çalışıyorum.
-Bir de şuna bak:

"Bir tek uyurken düşünemiyorum seni
Diyecektim ama;
Seni düşünmekten uyuyamıyorum ki
Sevdiğim... " Nasıl ama güzel yazmamış mıyım?

-zzzzz...

Dersler bittiğinde günün yorgunluğu bir karabasan misali çökmüştü üzerine. Ne okuldan ne arkadaşlarından ayrılmak istiyordu ama kirpikleri yer çekimine karşı koyamıyordu. Uyumaya çalışırken aklını kurcalayansa son derste tartıştığı kızdı. Kalbini kırmak istemeyeceği kişilerdendi. Ama bir dakika! Bir eksiklik hissetti birden. Afid nerede? İlk olarak kurtulduğunu düşündü ama sonra sanki bir kor ateş düşmüşcesine yandı içi. Uyuyamıyordu bir ninni misali alıştığı Afid'in eksikliğiydi onu uyutmayan...
Cumartesi sabahları annesinin, alışık olduğu "Ahmet" sesiyle uyandı. Hafta içi kalkarken kendisini zorlamayan uyku hafta sonu neden böyle yapıyordu? Annesine nazdandır diye düşündü ve uyumaya çalıştı yeniden. Düşünce okyanusunda hayal gemisini sürüklerken telefonuna gelen mesajla irkildi. Mesaj göz bebeklerini büyüttü, neredeyse bayılacaktı... Afid intahar etmişti. Birden ona yaptıkları geldi gözünün önüne bir film şeridi misali... Şiirleri, konuşmaları saflığı, onu dinlememe çabaları geldi birden aklına... O kız yüzünden olmuştu bütün hepsi. terk etmişti ve olan olmuştu. Annesinin "Kahvaltıya" sesi umurunda değildi. Nefesi daraldı, terasa çıkıp derin bir nefes aldı. Gözlerini kapatıp kısa bir adım attı önce. Nefesi açılmıştı hem de gereğinden fazla. Hızlı hızlı nefes alıp verirken bir adım daha attı. Sonra bir tane daha sonra bir tane daha... Her biri bir öncekinden kısa... En sonuncusu ise en kısa olanıydı. Sanki arkasından ayağına bir kaya bağlanmışcasına ağır bir hareketle ayağı boşa çıktı... Acı, keskin ve derin bir nefesti sonuncusu...
Pazar günü , yağmurlu, sessiz bir o kadar da hüzünlü bir gün. Terasta insanlar fısıldamaya başlamışlardı. Bunlardan iki yaşlı adam arasındaki şöyleydi:
-Bir kız yüzünden mi intahar etmiş?
-Sanırım evet. Dün ayrılmışlar. Telefonunda bir mesaj bulmuşlar. Kız ayrılmak istediğini falan yazmış herhalde.
-Vay salak!
-Öyle deme çok duygusal biriydi. Ben şiirlerini biliyorum.Okumuştum bir kaç tane. Ama kimse "Ahmet" deyince bilmez. Şiir dünyasında "Afid" olarak tanınır...

Afid Hayran 

Gitme nedenimi hatırlayamadığım sebeple köydeydim. Yaşım sol elin parmakları kadar. Köyde olduğumdan dolayı pek şikayetçi sayılmazdım. Anneannemi pek sever, dedeme karşı tam tersi duygular beslerdim. Aslında sevip sevmediğimin hâlâ kararını verememekteyim. Aksi bir karadeniz insanıydı ve korku sevgiye engeldi.

Dedem altmış yaşındaydı, araba almaya karar vermişti ve bunun için eski bilgilerini hatırlaması gerekiyordu. Genç yaşlarda bir adam gelip dedemle uzunuzun direksiyon çalışırlardı. İsmini hatırlayamadığım beyefendinin benim yaşlarda oğlu vardı sanırım ve sürekli bana 'gelinim' deyip dururdu ve bir de 'Oğluma alacağım seni' derdi. Ben de tam olarak kestiremediğim duygular içerisinde utanıp iskeleden tahta hole kaçar, sofada tepinirdim.

Dedemin arabası o dönem içerisinde çok büyük bir olaymış gibi bahsedilirdi aile içerisinde. Yaşından ve görünümünden dolayı yolda gören diğer sürücülerinde hayrete düştüğü hikâyelerini çokça duyardım.

Çayı bahane edip muhabbet etmek için bir araya gelen kadınları dinlemek oyun oynamaktan daha cazip gelirdi bana. Gerek televizyonda gerekse bu muhabbetlerde edindiğim bir bilgi vardı 'ilk aşk unutulmazdı'. Ben de kendime ilk aşk bulmalıydım ve yaşım konuşmalarda geçen yaşlara uygundu.

Halalarım sevdiklerine geleneklere karşı bir şekilde kavuşmuşlardı. Resmi bir defterle sunmuşlardı bu durumu ailelerine. Annem bana hep halalarıma çektiğimi özellikle kızdığı zamanlarda söylerdi. Demek ki halalarım hep kızılacak şeyler yaparlardı fakat ben de onlara çekmiştim işte. Yani değişme gibi bir olasılığım hiçbir zaman yoktu. Eğer olsaydı annem bunu sürekli söyleyip isyan etmezdi. Madem onlara çekmiştim hakkını verecektim bu durumun.

Kimi sevmeliyim, kimi sevebilirim bir düşündüm. O genç amcanın oğlu uygundu bu işe ama onu hiç görmemiştim. Nasıl olacaktı bu? Kara düşünceler içerisinde televizyondaki şarkıcılardan birine benzettiğim bir çocuk çıktı karşıma. Benden birkaç yaş büyüktü sadece. İşte! 'İlk aşkım olacaksın' dedim ve bunu sadece kendime söyledim o an.

Görüyordum arada bir ve büyüyünce ben de anlatacaktım birilerine. Benim için ifade ettiği tek anlam buydu.

Bir gün bunu kuzenlerimden birine söyledim. O da bunu diğer kuzenime, o diğerine o öbürüne derken yengelerime kadar gitti bu bilgi. Aman Allah'ım! Nasıl çıkacaktım şimdi karşılarına diye düşünürken içeriden beni çağırdılar. 'Yemek yiyoruz hadi.' Kalbin cız etmesi buydu. İçimde bir acı... Televizyonda sunulan kadar çekici bir şey değildi bu ve çaresi yoktu. Yemeğe oturmazsam eğer daha fazla dikkat çekecektim. Kimseyle göz göze gelmemeye çalıştım. Benimle ilgili sözler duymadığıma göre unutmuşlardı galiba. Herkes kendi derdinde bir şeyler konuşuyor normal geçiyordu vakit ve sofra toplandı. Rahatlayacaktım tam ki... Yengelerimden biri ile göz göze geldim. Bitmiştim ben. Hiç odadan çıkmamalıydım. Herkes yattığında kuru bir ekmekle karnımı doyurabilirdim pekâlâ.

Genelde erkenden yatılırdı, herkes yorgun düşerdi. Bugünün ne özelliği vardı sanki. Duvarda duran saate baktım hiçbir şey anlamayarak. Ama o çubukların çabuk dönmesi gerekiyordu. Geçmiyordu işte zaman diye yakınırken nihayetinde yatma saati gelmişti. Fakat bu seferde düşüncelerden uykum gelmemişti. Sabah köyün camisinde imam kızlı erkekli karışık oturduğumuz bir bölmede kuran dersi veriyordu. Nasıl çıkacaktım herkesin içine. Rezil olmuştum diye düşünürken uyumuş kalmışım.

Camiye gitmemeliyim düşüncesiyle uyandım. Kurtuluşu uykum bulmuştu işte bana. Ama gitmezsem kesin söyleyeceklerdi kuzenlerim. Tehditler alıyordum bir de; derdim, utancım bana yetmezmiş gibi. Şu yaşımda çektiklerime bak, Allah'ım yardım et diye dualar ediyordum.

Hor görülmüş bir kedi misali geçirdim o ve onu kovalayan birkaç günümü. O gün öğrenemedi sevildiğini artist görünümlü çocuk, daha sonra da öğrenemedi. Unutamayacaktım işte, hedefime ulaşmıştım. Sonu da benzedi o anlatılan aşklara araları saymazsak.

İlkokula geldiğimde bu işlerden ağzım yandığından hiç bulaşmadım. Fakat bir gün sınıfımızda iki yaramaz arkadaşı yanıma oturtmuştu öğretmen. Gürültünün içinde oflayıp duruyordu bir tanesi. Ne olduğunu sorduğumda 'sen anlamazsın daha küçüksün' dedi bana. Sınıfta ağalık kurmuştu, kendine ‘abi' dedirtmişliği bile vardı. Sen şunu sev, ben bunu seveyim diye hararetli konuşma içerisindeydiler aralarında. Ooo sen giderken ben dönüyordum o yollardan diye düşünmekten kendimi alamamıştım.

Sahi aşka kaç yaşında başlanır? İnsanlar kaç yaşında âşık olabilir diye mi sormalıydım yoksa?

Hamide Özdemir

Ortaokula başladığımız yetmişli yılarda, Bahçelievler'in bir sokağında oturuyoruz. İlkokuldan çıkıp ortaokula başlayınca, hali ile çevremiz, arkadaşlarımızda değişti. Arkadaşların arasında, futbol oynayanı var, sinemayı tiyatroyu seveni var, kartpostal biriktiren var, pul koleksiyonu yapanı var, kısacası ne ararsan var.

Mahalleden bir iki arkadaş pul koleksiyonu yapıyorlar, ben de bakarken hoşuma gitti. Birisi dedi ki ''Ağabey bu pullar seneler sonra satarsan servet servet, sana on tane villa alır'', hmmm nasıl bir şey bu ya, şimdi on liraya al, on yıl sonra delikanlı oldun mu yüz katına, bin katına sat.

İki sokak ötede yaşlı bir amca bulduk. Amca hem kitapçı hem de pul satıyor. ''Bak evlat' dedi 'Bu pul biriktirme işine filateli denir, pul biriktiren kişiye de filatelist, sen şimdi bu işe başlayınca ne olacaksın?'' Ne olacağım ki acaba diye düşünürken, amca biraz hiddetlenerek'' Filatelist dedik ya oğlum'' deyiverdi. Çocuk aklımız ile yarı anladık, yarı anlamadık amcanın söylediklerini...

Cumartesi tatil günü soluğu Behiç Fahir amcanın yanında alıyoruz. Mahallede arkadaşlara da hava atıyoruz, bilmiyorlar ya, ''Oğlum filatelistim artık bu saatten sonra ona göre.'' Bön bön suratımıza bakıyorlar, ''İyi ne yapalım filatelist olduysan, Allah tamamına erdirsin, para pul var mı işin ucunda?'' Elim ile çenemi kaşıyorum'' Şimdilik sadece pul var pul, para kısmetse ileride beş on yıl sonra, Behiç Fahir Amca öyle dedi'' Aklımızdan neler geçiyor neler. Üüüüf, beş on sene sonra paraları koyacak yer de bulamayacağız. Arkadaşlarda şafak bet beniz atıyor, illa ki düşünüyorlardır bizde mi yapsak pulculuk arkadaşlarla diye...

Her cumartesi Behiç Fahir Amca'nın dükkânına uğramak alışkanlık oldu artık. Amca bir açıyor defter defter pulları, cillop gibi, ayrıca bir de o senenin çıkan pul kataloğunu verdi bize hediye. Eve gittim bir karıştırdım, aklım çıkacak nerede ise. Eskilerden 1930 yılı pulu, 1923 yılı İzmir İktisat Kongresi pulu, fiyatını duysanız dudağınız uçuklarda iyileştirmezsiniz bile tedavi ile ilaçla. Otuz bin lira kırk bin lira serisi. Hele hele bir de geri tarihlere git, Osmanlı Dönemi Pullarına, yüz bin, iki yüz elli bin Türk Lirası fiyatları var pulların Filateli Kitapçığında. Aklım çıkacak da tavana vuracak bir daha geri gelmeyecek diye korkuyorum...

Pulculuğu yavaş yavaş ilerletiyoruz. O zaman e-mail ve internet denen aletler daha piyasada yok. Herkes birbirine, köye şehre mektup yazıyor en kallavisinden. Akrabalara eşe dosta haber veriyoruz, mektupların zarflarını sakın atmayın, bize getirin. Sağ olsun birçoğu da getiriyordu. Kesiyoruz pul olan yeri, su ile dolu tasa atıyoruz, pul az sonra kâğıttan ayrılıyor, alıp kurutup doğru pul defterine...

Pul koleksiyonu yapan üç beş arkadaş daha var, onlarla fikir alışverişinde bulunuyoruz. Arada kızlara şaka yollu takılıyoruz ,''Gelin kızlar evde size pul koleksiyonumuzu gösterelim' diye, kikir kikir gülüyorlar, yapmadığımız şaklabanlık kalmıyor...

Bizim pul sevdası böyle böyle bir iki sene sürdü. İki sene sonunda, bir bakayım maddi olarak, ne kadar olmuş dedim bu pullar. Kalemi kağıdı aldım elime, benim hesaplarıma göre, dört beş bin lira eder bu pullar. Gidelim bakalım Kızılay'a doğru, orada bu işin ticaretini yapan amcalar var. Paramızı alalım çatır çatır yiyelim, babamıza arkadaşlarımıza yardım da yaparız az buçuk...

Her neyse bir cumartesi günü, Kızılay Menekşe Sokak'daki bir pasajda, iki tane yaşlı pulcu amca bulduk, girdik birine, selam aleykümselâm, verdik defteri. Amca eline büyüteçi aldı, bakıyor da bakıyor. İçimden dedim ki beş bini de geçer herhalde bizim pullar, babama bir Anadol marka araba mı alsam. Anadol deyip de geçmeyin, o zamanın en lüks arabası, şimdilerde piyasada tek tük kaldıysa da. Öyle düşünürken, amca başını kaldırdı, gözlüklerini indirdi ,''Şu arka sayfadakiler beş para etmez, ön sayfadaki yüz yüz elli tanesine de temizinden bir beş yüz toka ederim size'' dedi.

Arkadaş ile şoke olduk şoke, başımızdan kaynar sular döküldü adeta ''Ne beş yüzü amca, ne diyorsun sen ya, bizim ile dalga mı geçiyorsun, Behiç Fahir amca çok para eder dediydi bize',' amca tekrar ''Eeee oğlum ben otuz yıldır bu işi yapıyorum, anlarım biraz, işinize gelirse, yanda bir pulcu daha var bir de ona gidin siz bilirsiniz.''

Dur dedim bir de yandakine gidelim. Oradan çıktık yandaki pulcuya girdik. O amcada uzun uzun inceledi, elinde ki büyüteç ile, sanırsın Emniyet'in Kriminal Laboratuvarı. Şimdi anlayacak bu amca gerçek değerini galiba dedim içimden. Ne dese beğenirsin, ''Bunlar ancak dört yüz dört yüz elli eder küçük arkadaşlar'' demez mi. Bir bozulduk, bu sefer başımızdan kaynamayan sularda döküldü, yine ilk girdiğimiz dükkâna girdik. Amca hiç olmazsa bir elli yüz lira arttır dediysek de, adam la dedi illa demedi...

''Ver elini amca, hayırlı olsun o zaman, hayrını gör ver paramızı'' dedim. Aldık parayı doğru yan pasajdaki kotçuya, alırsın en güzelinden bir lewis marka Amerikan kotu, yallah sokaklarda top tepmeye, akranlarımıza hava atmaya. İşte böyle bizim geçmişteki pulculuk hikâyemiz. Şimdiki bazı bebeler bilmez bile belki filatelistin ne olduğunu, uzman doktor cinsi filan zannederler. Bir kot pantolona gitti o pullar, bir kot pantolona. Üç beş sene daha saklasak zengin olur muyduk ki acaba?

Ahmet Zeytinci

Uzun bir araba yolculuğunun ardından nihayet Ankara sınırları içerisine girmişlerdi. Engin'in gençlik yıllarının bir kısmını bu şehirde geçirmiş olması, işleri biraz olsun kolaylaştırmıştı. Engin, Ayşegül ve kızları Yağmur'u Diyarbakır'da bırakmış ve önden gelip oturacakları evi ve aradıkları nezih semti bulmuştu.

Batıkent Engin'in söylediği gibi sakin, şehrin karmaşasından uzak ve saygın insanların yaşadığı bir semtti. Kendi içinde parçalara bölünmüş, dublex evlerden ve çok katlı binaların olduğu sitelerden oluşan bir yerdi Batıkent. Sokakların genişliği, park alanları, çarşıları ve yeşil suretiyle hayranlık uyandıran bu kenti daha şimdiden sevmişti Ayşegül.

Astsubaydı Engin. Onbeş yıla yakındır bu mesleğe hizmet etmişti. Doğu görevlerini Diyarbakır'da tamamlamış ve yeni bir şehrin iç yüzüyle karşılaşmanın verdiği heyecanla, yol boyu hayallere dalıp, Ankara'nın telaşlı ve yorgun kalabalığının arasından geçerek nakliye kamyonundan önce oturacakları evin kapısının önüne gelmişlerdi.

Ayşegül eşyalar kamyondan indirilirken adamlara sürekli direktifler veriyordu; 'İçinde kırılacaklar var, dikkat edin! Aman sakın çizilmesin!' O sırada yoldan geçen bir kadın gülümseyerek 'Kolay gelsin' demişti Ayşegül'e. Ayşegül alışkın olmadığı bir yanından yakalanmışçasına şaşkın; 'Teşekkürler' diye cevap vermişti...

Aradan geçen üç haftanın ardından kızları Yağmur'u sıkı bir araştırmadan sonra, o çevrenin en seçkin okuluna kaydettirmişlerdi. Engin kısa bir süre sonra işe başlamış, Ayşegül ise titizlikle evleri ve kızları Yağmur'la ilgilenmeye adamıştı kendisini. Her şey yavaş yavaş düzene girmeye başlamıştı.

Ertesi hafta okullar açıldı. Ayşegül heyecan içindeki kızını okula götürdü. Akşama doğru çıkış saatinde Ayşegül, okulun bahçesinde Yağmur'u almak için bekliyordu. Az sonra yanına bir kadın yaklaştı. Ayşegül önemsemedi önce. Kendine has, duruşundaki o kibirli ve alaycı tavrı her zamanki gibi yerli yerindeydi. Aslında kötü niyetli bir kadın değildi Ayşegül, fakat tanımadıklarına karşı kalkan gibi beliren koruyucu özgüveni her ihtimale karşı iş başındaydı yine. Kadın; 'Merhaba' dedi. Ayşegül oralı olmadı ilk önce, sonra etraflarında başka kimsenin olmadığını mecburen fark edince, utanma belası isteksiz bir 'merhaba' döküldü dudaklarının arasından. Kadın kelamına karşılık bulmanın sevinciyle konuşmaya devam etti;

- Sanırım Ankara'nın yabancısısınız. Ama güzeldir şehrimiz, seveceğinize eminim..
- Evet yeni taşındık. Siz o günkü bayansınız. Eşyalarımızı indirirken 'kolay gelsin' diyen. İyi ama nerden anladınız yabancısı olduğumu?
- Plakanızı değiştirmemiştiniz...
- Ah evet, haklısınız..
- Kaçıncı sınıfta kızınız? O gün görmüştüm de..
- Bu yıl dörte başladı. Siz kimi bekliyorsunuz?
- Ben de kızımı bekliyorum. O da bu yıl dörde geçti. Üç tane evladım var. Bu en küçüğü. Malum zaman kötü, insanın içine sinmiyor yalnız bırakmak. Hem de kız çocuğu olunca... İşten koştur koştur çıkıp okula geldim. Neyse ki yetişmişim, henüz zil çalmadan..
- Çalışıyor musunuz? Ne güzel.. Ne iş yapıyorsunuz?
- Evet çalışıyorum. Sabah yedi, akşam beş. Bir benzinlikte pompacıyım..
- Nasıl yani? Siz şimdi kadın başınızla erkeklerin yaptığı bir işte mi çalışıyorsunuz?
- Evet. İlk duyan herkes şaşırıyor ama inanın erkeklerden bile daha iyi olduğumu iddia edebilirim. Ayrıca işimi çok seviyorum.
- Eşiniz çalışmıyor mu? Hem madem siz çalışıyorsunuz, neden o gelmiyor kızınızı almaya?
- Eşimi dört yıl önce kaybettik. Takdir-i ilahi..
- Ah özür dilerim. Başınız sağ olsun..

...

Ayşegül eve geldiğine hala o tuhaf ve gözleri hüzünlü bakan kadını düşünüyordu. Henüz adını dahi bilmediği bu gösterişsiz ve bakımsız kadının neler yaşamış olabileceğini hayal ediyor, kendisini onun yerine koyup empati yapmaya çalışıyordu. Akşam Engin'e de bahsetti o kadından. Nasıl oluyordu da bir kadın onca erkeğin içinde, hiçbir kadının yapmaya cesaret edemeyeceği bir işte çalışıyordu.

Ertesi gün ve ondan sonraki günlerde de sık sık karşılaşmaya başladılar. Ayak üstü bir kaç söz ediyor ve ayrılıyorlardı. Aslında birbirinden bir hayli farklı olan bu kadınların, görünürde ortak sayılabilinecek tek noktaları çocukların aynı okulda okuyor oluşuydu. Ayşegül, bakımlı, düzgün fizikli, kültürlü ve zevkli bir kadındı. İsmini günler sonra öğrendiği Zeynep ise, alımsız, belli ki kültürsüz ve hatta erkek görünüşlü sayılacak kadar da kaba mizaçlı bir kadındı.

Günler haftaları kovalıyordu ve Ayşegül farkında olmasa da bu kadını sevmeye ve benimsemeye başlıyordu. Konuştukları onca havadan sudan sohbetin arasında, bazen Zeynep öyle laflar ediyordu ki, Ayşegül içten içe hayran oluyordu ruhunu bu kadar temiz ve aklını da bir o kadar zarif kullanmayı bilen bu kadına. Bir yandan da kızlarının aynı sınıfta olması ve onların da birbirlerine olan yadsınamaz düşkünlüğü, arkadaşlıklarını makul kılıyordu.

Birgün okul çıkışı kızların birbirinden ayrılmak istememesi üzerine Zeynep, Ayşegül ve kızını evlerine davet etti. 'Karşılıklı birer kahve içeriz fena mı olur?' diye ekledi. Ayşegül Yağmur'un ısrarları üzerine 'Peki' dedi..

Evleri gayet mütavazı bir evdi. Tıpkı Zeynep'in alçakgönüllü hali gibiydi evi de. Uzun koridordaki duvarlarda asılı yağlı boyalar dikkatini çekti Ayşegül'ün. Hepsi de birbirinden güzel ve hayran olunacak kadar profesyonelce çalışılmıştı. Salona doğru ilerlerken tabloları sordu Ayşegül. 'Benim çalışmalarım' dedi Zeynep. Ayşegül şaşkınlıktan küçük dilini yutabilirdi. Elleri tıpkı bir erkek eli gibi hoyrat ve kapkara olan bu kadının elinden mi çıkmıştı bu zarif resimler... İnanamıyordu.

Zeynep onları salona buyur etti ve kahveleri yapmak için mutfağa geçti. Salona girer girmez Ayşegül yeni bir şok daha yaşadı. Salonda iki kanepe, bir masa ve devasa büyüklükteki bir kütüphaneden başka tek bir eşya yoktu. Böyle bir kadının evinde bunca kitabın ne işi var diye merak etti. Herhalde çocuklarınındır diye düşündü. Dayanamayıp kalktı ve kitapları incelemeye başladı. Kitap okumak en sevdiği tutkusuydu. Her gece yatmadan evvel alışkanlık haline getirdiği kitap okuma seanslarını heyecanla beklerdi. Bazen sadece kitabın sayfalarını çevirir, dakikalarca kitabın o ağaç kokusunu içine çeker ve kendisini mutlu hissederdi.

Tek tek kitapları gözden geçirdi. Ama bunlar çocuklar için epey ağır kitaplardı. Öylesine çok kitap vardı ki, şiir kitapları, denemeler, romanlar... Yalnız üçüncü kattaki kitapların arasında, hemen göze çarpan bir şey vardı. Mavi ciltli aynı kitaptan tam altı tane vardı. Kitaplardan birini merakla eline aldı. Bu en sevdiği yazarın, en sevdiği romanıydı. Hatta ömründe hiç yapmadığı bir şeyi yaparak ikinci defa okumuştu o kitabı. Şaşkınlıkla bir anlam vermeye uğraşırken o sırada elinde kahveleriyle Zeynep içeri girdi. Ayşegül merakını gidermek için hemen sordu;

- Zeynep'ciğim kitaplarının hepsi de şahane. Yalnız anlayamadığım bir şey var. Bu elimdeki kitap, benim hayatımda okuduğum en güzel ve en sevdiğim romandır. Neden aynı kitaptan tam altı tane aldın? Sen de mi çok beğendin?

Zeynep tebessüm ederek cevap verdi...

- Yayın evim dostlarıma ve yakınlarıma hediye etmem için bir kaç koli hediye etmişti bana. Kala kala altı tane kalmış demek.. Ayşegül'cüğüm, o kitabın yazarı benim..
...

fulya/ekim2011



Fulya Codal 

Alo,Ayla '
'Evet,benim'
'Tanımadın mı kız?'
'Ses yabancı değil ama,biraz daha konuşursan çıkartırım belki'
'Vay be güzelim! 'Gözden ırak, gönülden de ırak' Olsun bakalım!'
'Leyla,güzel kardeşim benim'
'Leyla ya, bi ton laftan sonra, ninem de olsa tanır.'
'Ayla, vaktim az. Kısa anlatıp kaçacağım. Uçağım kalkıyor da.İznin olursa bugün hikayeyi ben anlatmak istiyorum.'
'Tabi ki, çokta iyi olur.Vallaha elim ayağımı canlatacak halim yoktu.Pek makbule geçer'
'Yarın ararım, detaylı konuşuruz.Öptümm. '
'Tabi ki, yolun açık olsun güzelim.Ben de seni öptüm.ha bu arada o arada bir hikayaye giren adama bugün pek yüz verme tamam mı?'
'Olur,olur'

Evet,Ayladan izin aldım.Bugün iki üç saat zamanım var.Önümüzdeki günlerde işlerimde çok sıkı olacak o yüzden kendimi şöyle bir tanıtayım, sonra zaten görüşürüz inşallah.

Yıl 1992

Yakın tarihimizin en karanlık sayfalarından birini teşkil eden Bosna Savaşını duymayanınız ,bilmeyeniniz yoktur. (1992-1995) tarihleri arasında, Uluslar arası Kızılhaç Örgütü verilerine göre; Bosna Hersek'te 312.000 kişi hayatını kaybetmiştir. Bu kayıpların 200.000 kadarı Boşnak halkına ait olup bu halk dünyanın gözü önünde sistematik bir soykırıma tabi tutulmuştur.

Srebrenica, Bosna Hersek'in doğusunda Sırbistan sınırına 10 km uzaklıkta bir Müslüman Boşnak kentidir. İsmini gümüş anlamına gelen srebren kelimesinden alan kent, tarih boyu başta gümüş olmak üzere değerli maden rezervleriyle ve şifalı sularıyla ünlü bir kenttir. Romalılar zamanında kent, "gümüş ocağı" anlamında Angentaria olarak biliniyordu. Barış zamanında halk geçimini turizm, madencilik, tekstil ve sanayinden sağlıyordu. Şu anda nüfusunun çoğunluğunu Sırpların oluşturduğu Srebrenica bölgesi 1992 yılında başlayan savaş öncesi, Müslüman bölgelerden biri idi. 1990'daki Yugoslavya nüfus sayımlarına göre 36.666 nüfusluk Srebrenica bölgesi yüzde 75.2 oranında Boşnak çoğunluğa sahipken Sırplar bölgenin sadece yüzde 22.7'sini oluşturuyordu. Nisan 1992'de birkaç gün dışında, Müslümanlar, Srebrenica'da sürekli hakim durumdaydılar. Öyle ki, Srebrenica, Müslüman direnişin önde gelen bir sembolü olmuş ve Boşnakça şarkılara geçmişti. Ancak bu gerçek, 11 Temmuz 1995'te tam tersine döndü. Tarihin en karanlık günlerinden biri olan bu günde, Sırp Televizyonu, soykırımın mimarı Sırp Ordu komutanı General Ratko Mladiç'in bir tepe üzerindeki görüntülerine yer veriyordu. Mladiç Televizyon seyircilerine hitaben ‘Türklerden' intikam alma zamanının geldiğini ve şehrin Sırp milletine bir hediye olduğunu söylüyordu.

Evet,bu kısa tarihi hatırlatmanın ardından gelelim bana...Biliyorsunuzdur belki: yukarıda verilen resmi kayıtların haricinde,o savaşta bir milyon beş yüz bin kişinin öldüğü söylenir halk arasında. On binlerce kadın tecavüze uğradı. İşte o tecavüze uğramış Boşnak bir kadının kızıyım. Babam belli değil,sizin deyiminizle 'Piç' evet ben bir piç'im...Lakin, dünyanın gözü önünde bunlar yapılırken,buna göz yuman 'piç oğlu piçlerin' hiç mi suçu yok? Yine elim ayağım titremeye başladı. Kusura bakmayın. Ne zaman, o günleri hatırlasam böyle olurum.

Srebrenica'nın küçük bir köyünde yaşarmış ailem.Kendilerine ait bağ bahçeyle uğraşır,birkaç inekle geçinir giderlermiş.Annem, o zamanlar on altı yaşlarında güzel bir kızmış. İsteyeni de çokmuş köyden.Yeşillikler içinde köy, adam eksen adam biter verimlilikte araziler...

Ta ki o güne kadar...Srebrenica'yı kuşatan Sırplar...Çevre köylere resmen tecavüz avına çıkmışlar...Önüne gelen kadını,kızı sıradan geçmişler şerefsizler...bunlardan biride annem...tüm genç kızlık hayalleri gömülmüş o şerefsizin iki bacağı arasına...Anlatır ve ağlardı ölene kadar...Neden sonra, Türkiye'den ve duyarlı birkaç müslüman ülkeden gelen yüzlerce genç, gönüllü asker olarak savaşmaya gelmişler.Mücahit deniyormuş onlara.Annem o mücahitlerden birine gönlünü kaptırmış.Savaş sonrası karnında bebeğiyle beraber, Türkiye'ye gelmişler.O gönlü temiz, adam gibi adamı ve annemi bir sırp keskin nişancısı öldürmüş Türkiye de...yanlış duymadınız..Türkiye'de...Nedeni mi? Benim babam olmadı hiç o mücahit adamı yani Salih'i babam yerine koydum hayallerimde. Savaşta onlarca sırp öldürdükleri için kara listeye alınmışlar.Sonra...bummm

Neyse, sonra yine geleceğim nasıl olsa. Bugün, kısaca bir tanışalım istedim.Avrupa'nın göbeğinde müslüman katliamı yapıldı. Amaçlardan biri de ; Müslüman Boşnak halkının neslini tüketip, nesepsiz bir nesil meydana getirmekti.
Devamı Var...


Selim Adım

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
Bugün 2 ziyaretçi (4 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol